Şemsi ŞAHSİ / Eğitimci
Köşe Yazarı
Şemsi ŞAHSİ / Eğitimci
.
 

TARİH 14 ŞUBAT, GÜNLERDEN HÜZÜN !

Geçenlerde bir dostumu aradım, bir süredir sağlık sorunları ile uğraşıyordu. Bana hastalık sürecini detaylıca anlattı. Sonra doktorun kendisine verdiği ilâçlardan bahsederken, bir kelimesi çok dikkatimi çekti, algıda seçicilik derler ya, işte o misal; biraz şaşkın, biraz durgun ve biraz da üzgün bir halde öylece donakaldım. Bahsettiği ilaç “Nootropil” idi. Hafıza kaybı, dikkat eksikliği, denge bozuklukları, baş dönmesi vb. beyin rahatsızlıklarının tedavisinde kullanılan bir ilâç olduğunu, rahmetli annemden çok iyi biliyordum. Ancak Nootropil, benim için sadece bir ilâç adı değildi; Bu ilâcın adını duyunca, arkadaşımın devamında anlattıklarını dinlemekten ziyade,  ilâcın geçmişte  bende bıraktığı hatıralara doğru  iç dünyamda bir zaman yolculuğu başladı adeta. Bu yolculuk beni 23 yıl öncesine, rahmetli annemin hastalığının ilk teşhisinin konulduğu 2001 yılının Eylül ayına götürdü: Hastane binaları, doktorlar, hemşireler, hasta bakıcıları, labirent gibi koridorlar, poliklinikler, servisler, laboratuvarlar, tahliller, filmler, tedavi süreçleri, acil servisler, yoğun bakım üniteleri, ameliyathaneler… sağlık ve hastalık adına pek çok şeye ilk kez tanık olduğum ve bir çok şeyin de ne demek olduğunu ilk öğrendiğim yere; Karadeniz Teknik Üniversitesi Farabi Hastanesineydi bu zaman yolculuğum. Çok hızlı bir film şeridi gibi bunlar ve  daha nicesi geçti zihnimden. Rize’de ilk doktora gidişimizi, oradan Trabzon’a sevkimizi, sonra çekilen ilk MRI (MRI: Manyetik Rezonans Görüntüleme). Hele o emar raporunda yazanı nasıl bir ruh haliyle, nasıl bir kaygıyla okumuşsam kelimesi kelimesine hafızama kazımışlığımı da hatırladım: “Sağ kavernöz sinüs lokalizasyonunda 1,2mmx1,8mm ebatında menangioma ile uyumlu kitle lezyonu”. İfade aynen böyleydi, koyu renkli yazılmıştı. Sonra, o vakitlerde üniversite hastanesinde beyin  cerrahisi dalında uzmanlık  yapan Dr. Bekir Bey’in,  elinde dosya ile hocası olan Beyin Cerrahı Prof. Dr. Kayhan KUZEYLİ’ye danıştıktan sonra, biraz üzgün bir edayla elindeki evrağın karar kısmına “yatış” yazdığını hatırladım. Ve o esnada o küçücük muayene odasında yaşadığım üzüntüyü, korkuyu, kaygıyı, orada soluksuz kalışımı ve çaresizliğimi de… Rahmetli annemin hastalığıyla böyle tanışmıştık. Sağ kavernöz neydi? sinüs lokalizasyonu  neresiydi? kitle lezyonu ne demekti? menangioma nemenem bir şeydi?  beynimdeki bu sorularla cebelleşip durdum. Her ne kadar  tıbbi terimler kullanılıyor olsa da, tetkik süreci, hastaneye yatış kararı ve doktorların beden dili, işlerin pek de yolunda gitmediğini gösteriyordu. Rahmetli de doktorların ve bizim geçiştirme cevaplarımızdan, yüzümüzdeki ifademize ve beden dilimize bakarak biraz da endişeyle konu hakkında bilgi sahibi olmaya çalışıyordu. Zaten çok da uzun sürmedi beynindeki tümörün varlığını öğrenmesi. Cenab-ı  Zülcelâl’in hikmetinden sual olunmaz ya, yüzde hafif bir uyuşma belirtisi ile başlayıp beyin tümörü tanısıyla sonuçlanan bu süreçten çok kısa bir süre sonra, nedenini anlayamadığımız, tansiyon ve şeker hastalığıyla da mücadele etmemiz gerektiğini söylediler bizlere. Üstelik bununla da kalmamıştı, bir süre sonra da meme CA ile savaşmaya başladık.    Yatış işlemlerini, hızlı bir şekilde yaptırmıştık. Aileden herkese bu haber tez ulaşmıştı. Bizim Karadeniz Teknik Üniversitesi Farabi Hastanesini yaklaşık 8-9 yıl mekan tutma sürecimiz de işte böyle başlamıştı. Otoparkından kantinine, yoğun bakım ünitelerine varıncaya kadar her biriminde ve her bölümünde nice anılar, nice hüzünler ve zaman zaman da nice ümitler biriktirdiğimiz o hastane köşeleri… Bazen koridorundaki koltukta sabahladık, bazen de nöbetleşerek arabamızın içinde. Kimi  zaman acil servisin kapılarında ümitli bekleyişlerle acımızı yaşadık, kimi zaman da o yollarda kazalara karıştık, yaramızın üzerine tuz biber olan… Zaman zaman doktorlardan aldığımız bir güzel haberle yüzümüz güldü, birbirimize kenetlenerek sevincimizi paylaştık. Yediğimizden tat aldığımız nadir zamanlardı bu zamanlar.  Bir çok defa da halimize şükretmemize vesile olacak daha vahim hayat hikâyelerine şahit olduk. Doktorların da insan olduklarını, hata yapabileceklerini yaşayarak gördük. Ama “Allah kimseyi oraya düşürmesin, oranın eksikliğini de göstermesin” şeklindeki duamızı da en çok dillendirdiğimiz yerler olmuştu o mekanlar bizim için. İnsanoğlunun her şeye alıştığını, sabretmek gerektiği düşüncesinin taa iliklerimize kadar işlendiği yer de yine o  hastane köşeleriydi. Aslında her birimizin içimizde sakladığımız acı bir hikâyesi olmuştur ya bu süreçte, lâkin yüzünü ekşitmeden acıyı yudumlama sanatı değil miydi sabır, işte biz aslında ailece o sanatı icra ediyorduk. Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Hastalıkla çok iyi mücadele ediyorduk. İyi motive olmuştuk, hiçbir şey bize eskisi kadar zor gelmiyordu, annemize bakmayı bir hizmet yarışı haline getirmiştik ve bu olaya bir ibadet şuuruyla bakıyorduk. Bu tavrımızla aynı zamanda birbirimize de güç veriyorduk. Kimyasalından bitkisel ilacına, nerede ne varsa fayda sağlayacak, onu arayıp buluyor, annemize ulaştırıyorduk. Tabii ardından göz yaşlarıyla karışık olan dualarımızı da hiç eksik etmiyorduk. Bir yandan da,  hasta dosyasının bir kopyası elimizde Ankara’dan İstanbu’la, görüş almadığımız, bilgisine başvurmadığımız doktor-şifacı kalmamıştı. Rahmetli annemizin inşallah cennete gitmesine vesile olacak olan bu ağır imtihanı aslında evlatları olarak bizim de imtihanımızdı. Üzerinize afiyet, beyinde tümör, diyabet ve tansiyon hastalıklarının yanında, çekilen filmler, alınan ilaçlar ve  ışın tedavi süreçlerinin yan etkisinden oluştuğunu düşündüğüm meme-ca hastalığı ve bu hastalığın metastaz yapması sonucu akciğerlere sıçraması elimizi kolumuz bağlamıştı. Operasyonlar, ilâçlar, tedaviler derken vücut direnci iyice zayıflamıştı. Artık tedaviler eskisi gibi cevap vermemeye başlamıştı.  Metastaz denilen şeyin süreçte son radde olduğunu öğrendiğimizde, artık çareyi daha çok dualarda aramaya başlamıştık. Rabbim şahit, biz de şahidiz rahmetlinin hiçbir zaman isyanı olmamıştı. Bizim de öyle. Neticede artık yapacak tek şeyin dua, sabırla ve metanetle beklemek olduğunu anlamıştık. Ve gün geçtikçe maalesef ümitsiz bekleyişimiz başlamıştı. Allah bütün hastaları şifasız, hasta yakınlarını da çaresiz bırakmasın, hepimize hayırlı ömürler, hayırlı ameller ve hayırlı ölümler nasip etsin inşallah. Artık sürecin son demlerinde tedavimiz Rize’de yeni açılan Tıp Fakültesi Hastanesinde devam ediyordu. 2010 yılı Şubat ayının 14’üydü. Günlerden pazardı. Çok enteresandır, şubatın 14’ü benim öğretmenlik mesleğine başlama günümdü. Aynı zamanda sevgililer günüdür ya 14 Şubat, malumunuz. Hastanede gece geç saatlere kadar kalırım düşüncesiyle, ertesi günkü mesaiye hazırlık için o gün tıraşımı olup, saat 11.00 sularına doğru gitmiştim hastaneye. Öğle çorbasını kendi ellerimle yedirmeye çalışmıştım anneme. Meğer ki, o iki kaşık çorba, rahmetli annemin bu dünyadan alacağı son nimetmiş. Durumunun kötüye gitmeye başlamasından sonra yapılan tüm müdahaleler maalesef yeterli olmadı. O son müdahale ekibinin içinde ben de vardım. Sona gelindiğini anlamıştım. Dışarıya çıkmamı rica ettiler,  koridordakiler de halimden durumu anlamıştı, dilim düğümlenmişti, iki çift laf edememiştim. Hepimiz farkındaydık, okuduk, üfledik, yalvardık, yakardık tevekkül ettik ve artık her şeyi yoktan var edene sığındık. Belli ki bizim de teslim olma zamanımız gelmişti. İsyan etmememiz gerekiyordu biliyorduk, ancak hastane koridorunu dolduran o kalabalığın feryatlarını kim susturabilirdi ki?                     O feryatlara duyarsız kalmayıp, “şu kadar yıldır bu işi yapıyorum, hiç böyle bir ölüme şahit olmamıştım” şeklindeki sözleriyle, acımıza ortak olup bizimle beraber yürekten gözyaşı döken,  son müdahale ekibindeki ismini bilmediğim o müstesna hemşire hanımefendiye en içten saygılarımı, hürmetlerimi sunuyorum. Onun gözyaşları çok kıymetliydi bizim için. Lakin, bizler için dünyamızın yıkılması demek olan annemizin Rahmet-i Rahman’a kavuşmasının, doktor dilinde “hasta ex oldu” şeklinde sadece 3 kelimeyle tanımlanması, onlar açısından normal olsa da bizler açısından hiç de kabul edilir değildi. Necip Fazıl’ın “Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber, hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”  veciz sözü ile teselli bulmaya çalışmaktan başka tutunacak dalımız kalmamıştı. Ve artık bizim için 14 Şubat, hüzün dolu bir gün olarak tarih sayfalarındaki yerini almış oldu. Cenab-ı Rabb-ûl Alemiin gani gani rahmet eylesin, yeri mekanı cennet olsun inşallah. Günler sonra artık anne yerine koyduğumuz büyük ablamızın bana; “Şemsi ne mutlu sana, sen annemizin çok duasını aldın”, demesi içime bir ferahlık verdi tarifi imkansız ve o ferahlığı hala hissediyorum. Rabbim bana bu fırsatı verdiği için şükrediyorum. Bu vesileyle aramızdan ayrılışının sene-i devriyesi münasebetiyle, anacığımın ruhu için, okuyucularımın da yakınlarından ebediyete göç etmiş olanlar için ve “yok mu bize de bir Fatiha okuyacak?” diye bekleyen garipler için, bir Fatiha okuyup dua etmenizi istirham ediyorum. Allah cümlemize ve cümlemizin geçmişlerine rahmetiyle muamele eylesin. Amiin.                                                                                                                                                      Kalın sağlıcakla. 
Ekleme Tarihi: 13 Şubat 2024 - Salı

TARİH 14 ŞUBAT, GÜNLERDEN HÜZÜN !

Geçenlerde bir dostumu aradım, bir süredir sağlık sorunları ile uğraşıyordu. Bana hastalık sürecini detaylıca anlattı. Sonra doktorun kendisine verdiği ilâçlardan bahsederken, bir kelimesi çok dikkatimi çekti, algıda seçicilik derler ya, işte o misal; biraz şaşkın, biraz durgun ve biraz da üzgün bir halde öylece donakaldım.

Bahsettiği ilaç “Nootropil” idi. Hafıza kaybı, dikkat eksikliği, denge bozuklukları, baş dönmesi vb. beyin rahatsızlıklarının tedavisinde kullanılan bir ilâç olduğunu, rahmetli annemden çok iyi biliyordum. Ancak Nootropil, benim için sadece bir ilâç adı değildi;

Bu ilâcın adını duyunca, arkadaşımın devamında anlattıklarını dinlemekten ziyade,  ilâcın geçmişte  bende bıraktığı hatıralara doğru  iç dünyamda bir zaman yolculuğu başladı adeta.

Bu yolculuk beni 23 yıl öncesine, rahmetli annemin hastalığının ilk teşhisinin konulduğu 2001 yılının Eylül ayına götürdü: Hastane binaları, doktorlar, hemşireler, hasta bakıcıları, labirent gibi koridorlar, poliklinikler, servisler, laboratuvarlar, tahliller, filmler, tedavi süreçleri, acil servisler, yoğun bakım üniteleri, ameliyathaneler… sağlık ve hastalık adına pek çok şeye ilk kez tanık olduğum ve bir çok şeyin de ne demek olduğunu ilk öğrendiğim yere; Karadeniz Teknik Üniversitesi Farabi Hastanesineydi bu zaman yolculuğum.

Çok hızlı bir film şeridi gibi bunlar ve  daha nicesi geçti zihnimden. Rize’de ilk doktora gidişimizi, oradan Trabzon’a sevkimizi, sonra çekilen ilk MRI (MRI: Manyetik Rezonans Görüntüleme). Hele o emar raporunda yazanı nasıl bir ruh haliyle, nasıl bir kaygıyla okumuşsam kelimesi kelimesine hafızama kazımışlığımı da hatırladım: Sağ kavernöz sinüs lokalizasyonunda 1,2mmx1,8mm ebatında menangioma ile uyumlu kitle lezyonu”. İfade aynen böyleydi, koyu renkli yazılmıştı.

Sonra, o vakitlerde üniversite hastanesinde beyin  cerrahisi dalında uzmanlık  yapan Dr. Bekir Bey’in,  elinde dosya ile hocası olan Beyin Cerrahı Prof. Dr. Kayhan KUZEYLİ’ye danıştıktan sonra, biraz üzgün bir edayla elindeki evrağın karar kısmına “yatış” yazdığını hatırladım. Ve o esnada o küçücük muayene odasında yaşadığım üzüntüyü, korkuyu, kaygıyı, orada soluksuz kalışımı ve çaresizliğimi de…

Rahmetli annemin hastalığıyla böyle tanışmıştık. Sağ kavernöz neydi? sinüs lokalizasyonu  neresiydi? kitle lezyonu ne demekti? menangioma nemenem bir şeydi?  beynimdeki bu sorularla cebelleşip durdum. Her ne kadar  tıbbi terimler kullanılıyor olsa da, tetkik süreci, hastaneye yatış kararı ve doktorların beden dili, işlerin pek de yolunda gitmediğini gösteriyordu.

Rahmetli de doktorların ve bizim geçiştirme cevaplarımızdan, yüzümüzdeki ifademize ve beden dilimize bakarak biraz da endişeyle konu hakkında bilgi sahibi olmaya çalışıyordu. Zaten çok da uzun sürmedi beynindeki tümörün varlığını öğrenmesi.

Cenab-ı  Zülcelâl’in hikmetinden sual olunmaz ya, yüzde hafif bir uyuşma belirtisi ile başlayıp beyin tümörü tanısıyla sonuçlanan bu süreçten çok kısa bir süre sonra, nedenini anlayamadığımız, tansiyon ve şeker hastalığıyla da mücadele etmemiz gerektiğini söylediler bizlere. Üstelik bununla da kalmamıştı, bir süre sonra da meme CA ile savaşmaya başladık.   

Yatış işlemlerini, hızlı bir şekilde yaptırmıştık. Aileden herkese bu haber tez ulaşmıştı. Bizim Karadeniz Teknik Üniversitesi Farabi Hastanesini yaklaşık 8-9 yıl mekan tutma sürecimiz de işte böyle başlamıştı.

Otoparkından kantinine, yoğun bakım ünitelerine varıncaya kadar her biriminde ve her bölümünde nice anılar, nice hüzünler ve zaman zaman da nice ümitler biriktirdiğimiz o hastane köşeleri… Bazen koridorundaki koltukta sabahladık, bazen de nöbetleşerek arabamızın içinde. Kimi  zaman acil servisin kapılarında ümitli bekleyişlerle acımızı yaşadık, kimi zaman da o yollarda kazalara karıştık, yaramızın üzerine tuz biber olan…

Zaman zaman doktorlardan aldığımız bir güzel haberle yüzümüz güldü, birbirimize kenetlenerek sevincimizi paylaştık. Yediğimizden tat aldığımız nadir zamanlardı bu zamanlar.  Bir çok defa da halimize şükretmemize vesile olacak daha vahim hayat hikâyelerine şahit olduk. Doktorların da insan olduklarını, hata yapabileceklerini yaşayarak gördük. Ama “Allah kimseyi oraya düşürmesin, oranın eksikliğini de göstermesin” şeklindeki duamızı da en çok dillendirdiğimiz yerler olmuştu o mekanlar bizim için.

İnsanoğlunun her şeye alıştığını, sabretmek gerektiği düşüncesinin taa iliklerimize kadar işlendiği yer de yine o  hastane köşeleriydi. Aslında her birimizin içimizde sakladığımız acı bir hikâyesi olmuştur ya bu süreçte, lâkin yüzünü ekşitmeden acıyı yudumlama sanatı değil miydi sabır, işte biz aslında ailece o sanatı icra ediyorduk.

Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Hastalıkla çok iyi mücadele ediyorduk. İyi motive olmuştuk, hiçbir şey bize eskisi kadar zor gelmiyordu, annemize bakmayı bir hizmet yarışı haline getirmiştik ve bu olaya bir ibadet şuuruyla bakıyorduk. Bu tavrımızla aynı zamanda birbirimize de güç veriyorduk.

Kimyasalından bitkisel ilacına, nerede ne varsa fayda sağlayacak, onu arayıp buluyor, annemize ulaştırıyorduk. Tabii ardından göz yaşlarıyla karışık olan dualarımızı da hiç eksik etmiyorduk. Bir yandan da,  hasta dosyasının bir kopyası elimizde Ankara’dan İstanbu’la, görüş almadığımız, bilgisine başvurmadığımız doktor-şifacı kalmamıştı.

Rahmetli annemizin inşallah cennete gitmesine vesile olacak olan bu ağır imtihanı aslında evlatları olarak bizim de imtihanımızdı. Üzerinize afiyet, beyinde tümör, diyabet ve tansiyon hastalıklarının yanında, çekilen filmler, alınan ilaçlar ve  ışın tedavi süreçlerinin yan etkisinden oluştuğunu düşündüğüm meme-ca hastalığı ve bu hastalığın metastaz yapması sonucu akciğerlere sıçraması elimizi kolumuz bağlamıştı.

Operasyonlar, ilâçlar, tedaviler derken vücut direnci iyice zayıflamıştı. Artık tedaviler eskisi gibi cevap vermemeye başlamıştı.  Metastaz denilen şeyin süreçte son radde olduğunu öğrendiğimizde, artık çareyi daha çok dualarda aramaya başlamıştık.

Rabbim şahit, biz de şahidiz rahmetlinin hiçbir zaman isyanı olmamıştı. Bizim de öyle. Neticede artık yapacak tek şeyin dua, sabırla ve metanetle beklemek olduğunu anlamıştık. Ve gün geçtikçe maalesef ümitsiz bekleyişimiz başlamıştı.

Allah bütün hastaları şifasız, hasta yakınlarını da çaresiz bırakmasın, hepimize hayırlı ömürler, hayırlı ameller ve hayırlı ölümler nasip etsin inşallah.

Artık sürecin son demlerinde tedavimiz Rize’de yeni açılan Tıp Fakültesi Hastanesinde devam ediyordu. 2010 yılı Şubat ayının 14’üydü. Günlerden pazardı. Çok enteresandır, şubatın 14’ü benim öğretmenlik mesleğine başlama günümdü. Aynı zamanda sevgililer günüdür ya 14 Şubat, malumunuz.

Hastanede gece geç saatlere kadar kalırım düşüncesiyle, ertesi günkü mesaiye hazırlık için o gün tıraşımı olup, saat 11.00 sularına doğru gitmiştim hastaneye. Öğle çorbasını kendi ellerimle yedirmeye çalışmıştım anneme. Meğer ki, o iki kaşık çorba, rahmetli annemin bu dünyadan alacağı son nimetmiş.

Durumunun kötüye gitmeye başlamasından sonra yapılan tüm müdahaleler maalesef yeterli olmadı. O son müdahale ekibinin içinde ben de vardım. Sona gelindiğini anlamıştım. Dışarıya çıkmamı rica ettiler,  koridordakiler de halimden durumu anlamıştı, dilim düğümlenmişti, iki çift laf edememiştim. Hepimiz farkındaydık, okuduk, üfledik, yalvardık, yakardık tevekkül ettik ve artık her şeyi yoktan var edene sığındık.

Belli ki bizim de teslim olma zamanımız gelmişti. İsyan etmememiz gerekiyordu biliyorduk, ancak hastane koridorunu dolduran o kalabalığın feryatlarını kim susturabilirdi ki?                     O feryatlara duyarsız kalmayıp, “şu kadar yıldır bu işi yapıyorum, hiç böyle bir ölüme şahit olmamıştım” şeklindeki sözleriyle, acımıza ortak olup bizimle beraber yürekten gözyaşı döken,  son müdahale ekibindeki ismini bilmediğim o müstesna hemşire hanımefendiye en içten saygılarımı, hürmetlerimi sunuyorum. Onun gözyaşları çok kıymetliydi bizim için.

Lakin, bizler için dünyamızın yıkılması demek olan annemizin Rahmet-i Rahman’a kavuşmasının, doktor dilinde “hasta ex oldu” şeklinde sadece 3 kelimeyle tanımlanması, onlar açısından normal olsa da bizler açısından hiç de kabul edilir değildi.

Necip Fazıl’ın “Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber, hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”  veciz sözü ile teselli bulmaya çalışmaktan başka tutunacak dalımız kalmamıştı.

Ve artık bizim için 14 Şubat, hüzün dolu bir gün olarak tarih sayfalarındaki yerini almış oldu. Cenab-ı Rabb-ûl Alemiin gani gani rahmet eylesin, yeri mekanı cennet olsun inşallah.

Günler sonra artık anne yerine koyduğumuz büyük ablamızın bana; “Şemsi ne mutlu sana, sen annemizin çok duasını aldın”, demesi içime bir ferahlık verdi tarifi imkansız ve o ferahlığı hala hissediyorum. Rabbim bana bu fırsatı verdiği için şükrediyorum.

Bu vesileyle aramızdan ayrılışının sene-i devriyesi münasebetiyle, anacığımın ruhu için, okuyucularımın da yakınlarından ebediyete göç etmiş olanlar için ve “yok mu bize de bir Fatiha okuyacak?” diye bekleyen garipler için, bir Fatiha okuyup dua etmenizi istirham ediyorum. Allah cümlemize ve cümlemizin geçmişlerine rahmetiyle muamele eylesin. Amiin.                                                                                                                                                     
Kalın sağlıcakla. 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (3)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve rizeninsesi.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Kader
(13.02.2024 12:41 - #1396)
Mekanı cennet olsun inşallh
Şemsi Amiin, Allah razı olsun.
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve rizeninsesi.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Ümmü Hacıoğlu
(13.02.2024 19:53 - #1402)
Allah rahmet eylesin, mekanı Cennet olsun inşallah
Şemsi Amiin ,Allah razı olsun
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve rizeninsesi.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Gençali Gökbayrak
(15.02.2024 00:50 - #1409)
Yorumum neden yayınlanmadı?
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve rizeninsesi.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
timbir - birlik haber ajansi