Akşam Namazına Caferiye Camisine gittim,
47 yıl önce Kur’an, İlmihal dersi aldığım, namaza başladığım, avlusunu defalarca süpürüp, yıkayıp temizlediğim Caferiye Camisine.
Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği Cumhuriyet Caddesine,
Yüzlerce kere, bir aşağı bir yukarı, volta attığımız, her gün sanki başka bir şehirde dolaşıyormuşuz keyfi veren Mecburiyet Caddesine,
Gezindim, hayalimde, arkadaşlarımla mahalle aralarında, sokaklarda, caddede,
Belki çocukluğumu, gençliğimi, Erzurum'u bulurum diye,
Ama nafile bulamadım,
Yoktu ki, ne mahalle kalmıştı, ne sokak,
Ne caminin içinde Erzurum vardı, ne avlusunda,
Ne de o yıllarca, her sabah ve her akşam, süpürdüğüm, yıkadığım kaldırımlarda,
Artık dönüşmüştü şehir, kent olmuştu.
Bir başkaydı artık, ruhsuz, kimsesiz, yapayalnız,
Ve sanki yitip giden şehrin gözyaşlarını gören sadece ben.
Ne Mehmet Gürgür Hocam vardı, ne Hüseyin Küçük ustam,
Ne yıllarca çalıştığım ustamın Şark Fotoğraf Malzemeleri,
Ne de yine yıllarca çalıştığım İbrahim Karaali amcamın Hayat Eczanesi.
Ne babamın dost canlısı, cömert, hoşgörülü, güler yüzlü arkadaşları oralardaydı,
Ne gül yüzlü dayım, ne de dayımın içine dünyaların sığdığı, yıllarca düğme yaptığımız, kaldırımında sergi açtığımız, küçücük kulübesi,
Arkadaşlarım da yoktu, ağabeylerim de, o eski dostluklar da,
Ne eski dükkân komşularımız oradaydı, ne de çıraklar, kalfalar, ustalar,
Ne de o neşeli, şakacı, mutlu, mesut insanlar.
Suratları asık, kederleri gözlerine yansımış, selamsız, sabahsız bir sürü insanla birlikte, bin bir hayal kırıklığı ve gözyaşları içinde namazımı kıldım.
Ve dedim ki, verin bana dayımın çalı süpürgesini, süpüreyim bu ruhsuzluğu, bu suskunluğu, bu gafleti, aymazlığı.
Belki geri gelir Erzurum ve o mert, güler yüzlü, yardımsever, mutlu, neşeli insanlar,
İnsanlar ölür, ölür de, şehirler de ölürmüş, gördüm,
Ve sustum, ağladım, ağladım, ağladım.
Beni bir tek boynu bükük kalmış Caferiye Camisi, yüzlerce kere abdest aldığım çeşme ve kaldırımlar anladı.
Ve onlar da ağladı.