Türk siyasi tarihinin en büyük hadiselerinden sayılabilecek Tanzimat modernleşmesi, Osmanlı’nın birden bire karşı karşıya kaldığı Avrupa Rönesans’ının zihniyet dönüşümüne milat kabul edilir. Bu modernleşme, kültür ve sanat alanının dışında bir siyasi manzaranın da tarihselliğini içerir. Bu tarihsellik, bir yönüyle günümüze kadar “kritik konusu” olan toplumsal huzursuzluğun kaynağını ihtiva eder. Denilebilir ki modernleşme sürecinin getirdiği ve reel politik üzerinde domine olmuş ilkesel saplantı, indirgemeci ve üstenci bir siyasi otorite varlığının devleti, hâkim ideoloji bakımından bir takım baskı pratiklerine zorlayışıyla kendini göstermiştir. Bu pratikler, toplumun özümsediği değerler dışında modernci, başka bir deyişle zamanın ruhuna uygun toplumsal gelişmişliklerin dışında teknik dokunuşları dayatma endişesiyle kendini göstermiştir.
Fransız tipi Aydınlanma ve siyasal anlamda jakoben düşünceyle daha yakın irtibat ve mütekabiliyet gösteren bu tarz ilkesel saplantıların Tanzimat’tan günümüze çok çabuk sıçrayışı, söz konusu elitist yani jakobenci düşüncenin Türkiye’nin yaşadığı darbeler sürecinden, başörtüsü yasağına kadar güncel siyasetin “helalleşme” olgusuyla gündeminden çıkmadığı görülmektedir. Dolayısıyla ilkesel saplantı yani meşru farz edilen modernite dayatmasının Tanzimat’tan farksız şekilde radikal ve köktenci bir dizayn saplantısını 28 Şubat sürecini içine alacak şekilde “helalleşme” olgusuyla potansiyel seçmenin dikkatine sunmaya çalışan propagandaların, yaklaşık iki asra hakim ilkesel saplantı düzeyinden bir seçim döneminde kurtarması imkânsız vaziyettedir. Zira anayasal mutabakat süreçlerini sağlıklı geçirememiş bir jakoben elistist yapının yani anayasa yazım süreçlerini sivil demokrasinin özgürlükleriyle içselleştirememiş siyasi bir hareketin “helalleşme” çıkışıyla toplumsal sempati oluşturmaya çalışması, siyasi yenilgilerinin kaynağındaki yasakçı zihniyete karşı gösterilen seçmen refleksinin ancak ve ancak yirmi yıllık siyasi iktidardan sonra kadraja girmesi, anti-demokratik modernci ve jakoben ideolojinin artık toplumu ikna etmedeki başarısızlığının bir itirafı olarak yorumlanmalıdır. Çünkü günde iki kez doğruyu gösteren bozuk saatin bozulma şartlarındaki kronik, devleti onu oluşturan milletle karşı karşıya getiren anti-demokratik ilkesel saplantıların bir sonucu olarak gün yüzündedir.
“Helalleşme”, unutulmamalıdır ki karşılıklı bir şeydir. Ötekiyle olan ontolojik ilişkinin şartlarını kendi zihinsel kodlarıyla dizayn eden bir zihniyetin, “helalleşme”yi önce siyasetin dışında gerçekleştirmesi ve içselleştirmesi gerekir. Belki yaşanan acıların ve mahcubiyetlerin hislerini gözü yaşlı annelere ve bilim yuvalarından kovulan çocuklara sormak gerekir