Rize Güneysu,Yeşilyurt köyünde ailemle birlikte yaşıyordum. Kalabalık bir aile sayılırdık. Annem, babam, ablam, halam, amcam ve babannem...Mutlu mesut hayatımızda bir radyo bir de babamın 45 likleri ve plak çaları...
Ta ki 1982 yıllında babam televizyon satın alana dek.
Televizyonun eve getirilip baş köşeyı zapt etmesi bir tören edasında idi. National marka...Öyle ince, hafif bir şey değil bugün ki gibi.
Hacimli, şişko, ağır birşey...
Tabii ki siyah beyaz...
Çocuk yaşta ilk beğendiğim bayan olan Dallas taki Lucy'nin sarışın, Pembe Panterin gerçekte pembe, Küçük Ev dizisinde evin köpeğinin gerçekte kahverengi olduğunu bir beş sene sonra izleyerek ögrendim.
Öyle kablolu tv, uydu falan yoktu...Fakat ecut&mecut, şeytan kutusu diyenler mevcuttu :)
Netflix falan hiç sormayın...
Anten kurma ve yayını düzgün izlemek için bir harçının (direk) ucunda ki anten ile bahçede dolaşmak, anteni sağa sola çevirmek...
-Çekti mi ?
-Yok, hayır
-Biraz sağa çevir. Havaya kaldır.
-Tamam tamam, biraz geri gel.
-Hay, bozdu !
Evet biz yaşı kırk civarında ve üstünde olanların anılarında sıklıkla anlattıkları televizyon hikayeleri hiç bitmez. “Bizim zamanımızda” diye başlayan cümlelerle ilk yayınların heyecanı, televizyon ile yetişen kuşakların hayal dünyasının önce siyah beyaz, sonra renkli bir değişim içinde gelişimi bizim hayatımızda çok önemli bir yer işgal eder. Bu süreçte değişmeyen şey kumanda kapma olsa gerek...
Televizyon izlemek ciddi bir alışkanlık, eğlence idi. Hangi yaş sarmalında olursanız olun, televizyonun kültürümüzü dizayn ettiği yıllarda en çok haber bültenleri izlenir, günümüze oranla tek kanal olmasına rağmen daha objektif ve tarafsız yayınlar tartışılır idi.
Ayrıca verilen programlar hem kabare tadında olup, hem de düşündüren, bilgilendiren skeçlerden oluşurdu. Güldürür ve düşündürürdü.
Türkiye’de ilk televizyon test yayını, İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde kurulan bir stüdyoda 1952 yılında gerçekleşmiştir. TRT yasasının yürürlüğe girmesi ile 1 Mayıs 1968 yılında resmi devlet kanalı TRT yayın yaşamına siyah beyaz olarak ‘merhaba’ demiştir. 1984 yılında renkli yayın ile tanışan ülkemiz, 1990 yılında Star TV ile ilk özel kanalına kavuşmuştur. Hatırlıyorum, o zamanlarda özel kanalların çok sesliliği beraberinde getireceği ve ülkeye büyük bir demokrasi kültürü kazandıracağı savunuluyor idi.
Şu an televizyonlarımızı açtığımızda yüzlerce televizyon kanalına ulaşabiliyoruz. Çeşit çeşit yayınların yapıldığı yerel ve yaygın, uluslararası ya da yabancı ülke kanallarını (her dilde) bulabiliyoruz.
Çeşitliliğin bu denli artmasına rağmen, son zamanlarda özellikle genç kuşak içinde cazibesini kaybeden bir televizyon kültürü olduğu da bir gerçek. Tesadüf olduğunu sanmıyorum ama, artık kimle karşılaşsam aynı söylem ile karşılaşıyorum.
Birçoğumuzun evinde hala en baş köşede bulunan bu renkli kutu neden cazibesini kaybetti? Çok seslilik ve demokrasi kültürümüzü geliştireceği varsayılan televizyon kitle iletişim aracını geriye atan unsur ne idi?
Öncelikle aynı ya da benzer yayınların tekrar edildiği, taklidin sıklıkla gerçekleştiği, manüpülasyon, algı operasyonu, yanlış haber ya da maksatlı yorum ve tartışmalarla TV kanalları izleyici üzerindeki güven duygusunu büyük oranda kaybetti.
82 milyon bir o kadar sorun ve konuşulacak konu, topu topu 10 kişi kanal kanal gezer oldu.
Muhtemelen akşam olup ekran karşısına geçtiğinizde siz de, denk geliyorsunuzdur birine. Ve yine o bildik, tanıdık yüzler diye canınız sıkılıyordur sizin de. Bir önceki gece 15 Temmuz darbe girişimi üzerine konuşan iki katılımcıyı görüyorsunuz önce. Aaa, geçen günkü başkanlık meselesini tartışan değil mi şu? Bu gece hepsi bir araya gelmişler, Korona meselesini tartışıyorlar. Kadrolu uzman hepsi de, hem de her konuda!
Stüdyoda yine kıyamet kopuyor, kimse kimseyi dinlemiyor, bir bağırış çağırıştır gidiyor. “Ne demek istiyorsunuz derhal özür dileyin” “dilemiyorum efendim, asıl siz dileyin”, “bir dakika lütfen müsaade eder misiniz ben konuşuyordum”, “ben araya girip iki cümle edeceğim, siz sonra yine devam edersiniz”, bitmiyor gerilimleri. Onlar tartışırken sizin de gözünüz programın sunucusuna takılmıyor mu? Ay bir sustursa ya, hiçbir şey anlaşılmıyor derken siz, o sadece izliyor! Ama reytingler de tam bu kakafonide yükseliyor. O da bunu biliyor.
Her gece benzer görüntüler yansıyor ekranlara. Konuklar ezberden cümlelerini tekrar ediyorlar. Zira ne söylediklerinden çok, karşı tarafın sesini ne kadar bastırdıkları önemli. Onlar tartışma programlarının ‘daimi konukları’.
Haber bültenleri, bu çok kanallı ama tek sesli yeni medya bilgilendirmekten uzak, daha çok izleyicide bir algının gelişmesine neden olacak tarzda!
Bu durum izleyiciyi televizyondan uzaklaştırmış durumda.
Ancak en önemli neden, hiç kuşkusuz İnternet ile yepyeni bir boyut kazanan, sosyal medya uygulamalarıyla çehresi ve çerçevesi değişen iletişim dünyası…
İnsanlar televizyon izlemiyor, ona güvenmiyor, ama internet aracılığı ile dünya ile iç içe yaşamaya devam ediyor. Bir cep telefonundan yeri geldiğinde kendi yayınını gerçekleştiriyor ya da güven duyduğu kaynaklardan bilgi alıp, gündemi takip ediyor.
O önceleri şişko, sonraları ince TV kutusu ise giderek yok olmaya yelken açıyor.
TV izlemeyen kuşak sizce bu tercihinde haksız mı?
Birçok genç, “Ben artık televizyon izlemiyorum “ derken bu sonucu yaratan medya tilkileri hala yalan ve aldatmacanın stratejileri üzerinde kafa yoruyor.
Denk geldiğimde bakıyorum, gün boyu haber yapan "haber" kanalları sürekli “son dakika “ yazıyor.
Ekranda kırmızı kırmızı banttı görünce sesi açıp bilgiyi alıp kapatıyorum sesi. Ardından internete girip o olayın gerçek yüzünü araştırıyorum. Bu son dakikalarda çok ama çok, 60×24 "son dakika" !
Dakikada bir haber verilebiliyor. Hele kırmızı banta düşmeye görsün haber; kırmızı halı misali, yürüyor haber salına salına, döne döne, ışıldayarak.
Sonuç olarak, her geçen gün televizyon izlenme oranları düşüyor. Neticede güzel bir haber bu !
Belki de son yıllarda artan eğitim seviyemizin bir göstergesidir, ne dersiniz? Lakin koca koca insanların dijital platformlarda çokça dizi ve film izlemelerini nereye koyacağız bilemedim.
Not: Havuzda ve denizlerde sosyal mesafeyi koruyarak yüzmeye izin veriliyor. Dolmuş ve belediye otobüslerinde mutlaka bir dolu bir boş koltuk olacak şekilde oturulması gerektiği söyleniyor. Denizde ve karada bu kurallar geçerli iken ne hikmetse havada bu uygulamalardan eser yok. Boş koltuk bırakmadan 350 kişi uçağa binmemizde hiçbir sakınca olmaması tuhaf değil mi?