Doğup büyüdüğü toprakları sevmeyen, özlemeyen, o topraklar için güzel hayaller kurmayan, hayalde de olsa projeler geliştirmeyen, memleketi için güzel rüyalar görmeyen yoktur, olmamalı diye düşünüyoruz.
Bir kayıp tarafımız var ki, büyükşehirlerde büyüttüğümüz çocuklarımıza, daha güzel imkanlar sunduğumuz halde, baba ocağının, memleketin özlemini duyacak, hayalini kuracak kadar oralı yapamamışız ya da yapmakta zorlanıyoruz.
Geçenlerde eşi Rizeli olmayan bayan bir arkadaşımızın beş yaşındaki çocuğuna “Nerelisin” diye sordum, hiç düşünmeden “Rizeliyim” diye cevap verince, çok hoşuma gitti. İnsanların doğup büyüdüğü yerlere biraz daha fazla ilgi göstermesi “adına hemşehricilik” dense de, normal bir durum, aksi durum bence arızalı.
Afrika’da yaşayan bir fil türünden bahsederler. Bu filler yaşamları boyunca çok yerler dolaşırlar, yaşlandıklarında doğdukları yere geri döner ve orada ölürler. Bizimkisi biraz da böyle bir şey galiba. Yaşadığım şehrin parklarına farklı bir gözle baktığımda, çok güzel sonbahar manzaraları gördüğüm halde, o güzelliklerle memleketimdekiler kadar ünsiyet kuramadığımı fark ediyorum. İlle de memleketimin sonbaharı, memleketimin baharı diyor bir ses içimden.
Patikalarda koşarken düşüp bir tarafını kanatmamış, yırtık bir futbol topunun peşinden koşmamış, bayramlık diye alınan ayakkabıya sevinmenin ne olduğunu anlamamış, ilkokula giderken yanında odun götürmemiş, soğuk kış günlerinde ayağında Trabzon lastiğiyle bir saat yürüyerek ilçedeki ortaokula gitmemiş, on dört numara gaz lambasının loş ışığında, sarı matematik defterinde problem çözmemiş, yamalı bohça gibi çukurlu yollarda sağa sola sallanarak yol almaya çalışan kamyonun kasasına binmemiş, her şeyi yanında bulmuş, adeta camdan bir fanusta yaşamaya mahküm edilmiş çocukları anlamak, onların bizi anlamalarını beklemek nafile. Sokağın tehlikesinden korkup, sanal ortamların dehlizlerinde kaybederiz onları çoğu kez. Her şeyi var olan, yokluk çekmediği için alınan bayramlıklara sevinemeyen çocuklar, çocuklarımız.
Her nedense hayvan barınaklarını da, açık ceza evine benzetirim., sokak hayvanları diye adlandırdığımız hayvanlar hür olmalı bence, (Bakıma muhtaç, hasta olanlar hariç) doğal ortamlarında olmalı. Tel örgülerle çevrilmiş sınırlı alanlarda yaşamaya mecbur bırakılan, adeta suçsuz yere “mahküm” edilen o hayvanları gidin bir görün. Nasıl da ilgi bekliyorlar, sevgi bekliyorlar, merhamet bekliyorlar. Soğuk kış günlerinde sürünün peşinde dolaşan çoban köpeğini kıskanırcasına.
Bir profesör arkadaşım üniversitedeki araştırma ve incelemeleri neticesinde toprakla, çamurla oynamayan çocukların gelişimlerini tamamlayamadıkları sonucuna varmış. Piknikte bile topraktan, çamurdan koruduğumuz, korumaya çalıştığımız çocuklarımızın iyiliğini isterken, onlara kötülük yaptığımızı bir bilebilsek, bir anlayabilsek, bir farkına varabilsek, çocuk olmalarına bir müsaade edebilsek. Bırakın çamurlansın, bırakın sere serpe uzansın çimenlere, bizler öyle büyümedik mi?
Yaz tatillerinde köyüme, yaylama götürmesem çocuklarımı, “ateşin yaktığını, taşın sert olduğunu” anlamadan büyüyecekler. Her şeyi var olduğu halde yokluklara boğulan bizler, kalabalıklar arasında yalnızlaşan günümüz insanı, lüks evlerde varlık içinde yokluğa, huzursuzluğa, mutsuzluğa boğulan insanlık.
Bir AVM önünde sigara izmaritlerini toplayan temizlik görevlisine biraz da acıyarak yanaşıp sordum. “Bu izmaritleri yere atmasalar da sen de toplamasan” dedim. Durumundan memnun bir şekilde dedi ki; “Ben onları toplayarak ekmeğimi kazanıyorum, benim görevim bu”. Yalın ayak annesinin yanında çöp tenekelerinden kağıt toplayan çocuk, bizimkilerden mutlu gözüküyorsa, bir yerlerde yanlış var, bir yerlerde arıza var demektir. Yokluğu bilmeyen, varlık içinde kaybolan çocuklar, çocuklarımız. Bir başkasının acısına, üzüntüsüne, hüznüne, üzülmeyi, ağlamayı anlamlandıramayan, en tabii duygulardan yoksun büyüyen çocuklar.
“Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte arar, bazıları da daha alçakta… Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır”.