Nereden başlasam, nasıl bir başlık atsam çocukluğuma! Yokluğunda, hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, hiçbir şey seninle “ağladığım” kadar güzel değil. Birlikte mutlu olduğumuz günleri söylemeye hacet var mı?
On dört numara gaz lambasının karanlığı deldiği ahşap bir köy evinin daracık odasında, tahta peykelerde, kuzinenin sıcaklığından daha çok, gönlünün sıcaklığına sığınırdık, asıl aydınlığı senin yüzünde görürdük. Tüm kır çiçeklerinin rehasını içine sindirmiş, yayla kokulu, şifa kaynağı olduğunu şimdi daha iyi anladığım ve fakat arayıp bulamadığım bir tas taze sütün içine bir kaşık çiçek balı ilave ederek kahvaltı olarak önüme getirdiğin günlerin kıymetini bu gün daha iyi anlıyorum.
Biraz önce bilmem kaç çeşit yiyeceğin yer aldığı ama seninkinden fakir, seninkinden tatsız kahvaltı sofrasında hatırladım, senin o sade, saf, berrak, tek çeşit ve fakat en zengin sofralarını. Adına “serpme” diyerek güzellemeye çalışsalar da, bunca kalabalıklar arasında yalnızlık çektiğim gibi, o sade sofraları ararım her daim. Her evde üç beş süt ineği mevcutken, bir de süttozu denen ne olduğu belirsiz şeyler içirdiler bize, o köy okulunda.
Bin yıllık şanlı tarihimizden kaçıp, bizim olmayan değerleri kutsamamız ondandır belki de. Bize ait ne varsa terk edişimiz, bizi biz yapan iklimlerden kaçmak isteyişimiz ondandır. Ondandır kaybettiğim kimliğimi arayışım. İlk okumaya başlarken “Uyu uyu yat uyu”, “Ali ata bak” teraneleriyle oyalanırken, İngiliz çocukları “Geçmişini bilmeyen geleceği tayin edemez”, Alman çocuklar “Üretim ve hayat disiplinle başlar”, Japon çocuklar ise, “Yaşamak için üreteceksin” diyordu.
“Zeytin yağlı yiyemem, basma da fistan giyemem” türküsü henüz Ankara Radyosunda söylenmeye başlamamıştı. Sağlığımıza pusu kurmuş yiyecekler, petrol ürünü giyecekler henüz vitrinleri süslememişti. Henüz okul pansiyonundan kaçıp, ilçedeki kıraathanede, haftada üç gün paket yayına başlayan siyah-beyaz televizyonu izlemeye gitmemiştik.
Zeytin yağının şifa olduğunu anladığımda çocukluğum uzaklardaydı, gençliğim geride kalmıştı, gıdalar katkılarla ömürleri uzatılmış raflara çıkıvermişti. Basma kumaşların kasaba dükkanlarını süslediği günleri gösteren takvimlerin yaprakları çoktan tükenmişti.
Biliyor musun bu türkü algılarımızı yönetmek için yazılmış, onun için bestelenmişti. Çanakkale’ye kına yakarak uğurladığımız on beşlilere yakılan ağıtı, oyun havası moduna soktuğumuzda, Dedelerimizin kemiklerini sızlattığımızın farkında bile değildik. İşte o günden sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmadı, hiçbir şey o kınalı kuzuların yerini tutmadı. On beş yaşındaki delikanlıyı bile okula gönderirken aklımız yollarda kalıyor, On beşlilerin analarının, yavuklularının kor olan yüreklerini akledebiliyor musun?
“Zeytin yağlı yiyemem, basma da fistan giyemem” öyle mi? Ne zaman ki, bu sözleri Anadolu’nun bağrından çıkan saf ve temiz, bir o kadar içten, bir o kadar bizden olan “Mihriban”la bir tutmuşuz, işte o zaman başladı kardeşliğimizdeki çözülme, işte o zaman başladı “aşk aşk” diye flört etmeyi marifet sandığımız.
Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun “ne zaman bir köy türküsü duysam/şairliğimden utanırım” dediği türküler, bizim türkülerimiz, kültürümüz, ahlakımız, gelenek ve göreneklerimiz, yani biz. “Ah bu türküler, türkülerimiz, ana sütü gibi candan, ana sütü kadar temiz”.
“Kevser Irmağında saki olan yar/bir bardak dem ikram etmez mi ola/sıratın yolunu iyi bilen yar/benim de elimden tutmaz mı ola” ya da “Hasta oldum derdine/ oku bana yasini” daha onlarcası, gençlerin dilinde yok.
Merhum Abdurrahim Karakoç olmasa Mihriban’ımız olmayacak, Neşet Ertaş olmasa kulaklarımızın pası sökülmeyecek. Biliriz ki, herkesin bir “Mihriban” ı vardır, bir yerlerde saklı, olmalı.