Gazete okumaya, daha ortaokul yıllarımda rahmetli babamın satın aldığı gazetelerle başladım. O zamanlar pehlivan tefrikaları yayınlanırdı ve bunlar çok heyecanlı olurdu. Ben onlara da ilgi duyardım ama daha çok köşe yazıları okurdum. Tercüman’da Ahmet Kabaklı ile Ergun Göze’yi çok severdim. Yazılar çok dolu olurdu. Kabaklı Hoca, aslen Edebiyat Öğretmeni idi ama sonradan Hukuk Fakültesini bitirince Avukat unvanı da almıştı. Ergun Göze zaten avukattı.
Sonraki yıllarda kendim gazete almaya ve okumaya başladım. Daha sonra da Allah bana gazeteci olmayı nasip etti. TRT Haber Merkezinde 32 yıl 3 ay çalıştıktan sonra emekli olup eleğimi astım diyeceğimi zannediyorsunuz ama eleğimi asmadım, asmaya da niyetli değilim.
Yazımın başlığına gelince, neden böyle bir başlık attığımı merak edenler için söylüyorum. Son yıllarda gazetecilik can çekişiyor. Hiçbir siyasi akımla bağım yok. Zaten benimle bağ kurmalarına da gerek yok. Onlara göre değilim anlayacağınız. Ama gazeteciliği gazeteci gibi yapmaktan yanayım. Yani az biraz muhalif fakat her daim dosdoğru…
Hoca Bey’i bilirsiniz. Bilmeyenlere şimdi anlatacağız.
YÖK'ün kurucusu ve ilk başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı'nın, 80 sonrası üniversiteleri yeniden şekillendirme çabası çok tartışıldı, çok eleştirildi. Tartışmalardan geriye ise İhsan Doğramacı'nın hicvedildiği Ercan Arıklı yönetimindeki NOKTA dergisinin 23 Mart 1986 tarihli kapağı kaldı.
Önce dergi yönetimi üniversitelerin son durumunu hicveden bir sayı çıkarmayı kararlaştırdı. En önemlisi kapak olacaktı. Yönetim toplantısında büyük tartışmalar yaşandı. Bu sırada Salih Memecan hemen çalışmaya başladı. Önce İstanbul Üniversitenin bir fotoğrafını buldu, sonra fona yerleştireceği bulut resimlerini... İhsan Doğramacı'nın kafasını, kep giyerken eğilmiş olarak çekilmiş bir diasından çıkardı. Sıra işin en güç kısmına gelmişti... Kapaktaki YÖK Başkanı'nın poposu kime ait olacaktı?
Ruşen Çakır'ın direnmesi fayda etmedi. Derginin genç muhabirlerinden biriydi, yüzünün görünmeyeceğine ikna olunca, Salih Memecan’la birlikte stüdyonun yolunu tuttu ve bir kütüğün üzerine oturarak o meşhur fotoğrafı çektirdi. Memecan da artık bu dört resmi birleştirip, mükemmel bir fotomontaj haline getirecek kadar ustalaşmıştı işinde.
Böyle bir kapak yapmak o tarihte çok tartışıldı, dergide karşı çıkanlar oldu ama sonunda dergi bu kapakla çıktı. Ertesi günü bütün gazetelerin manşetindeydi kapak. İhsan Doğramacı mahkemeye verdi, davayı kazandı. Nokta Dergisine hapis cezası aldıramadı ama zamanın parasıyla 10 milyon lira tazminata mahkûm ettirdi dergiyi.
O kapağın resmi var bizde. Fakat buraya almayı uygun bulmadım. Siz gözünüzün önüne getirin işte… Çünkü işime başlamak üzere olduğum bir zamandaki o kapağı çok iyi hatırlıyorum. O zaman da çok yanlış bulmuştum bunu ve kesinlikle mahkemelik olacaklarını bekliyordum.
Bunları niye yazıyorum? Tabii ki böyle yapın demiyorum ama gazetecilik böyleydi. O yıllarda bir de merhum Özal’ı bir başka türlü resmetmişlerdi. Ucunda ceza almak bile olsa çekinmiyorlardı anlayacağınız. Fakat ilginç olan bir şey vardı ki kimse onları toplatmayı düşünmüyordu.
Yıllar sonra Arda Uskan, bir köyde aile hekimi olarak çalışmayı düşünürken, kendini dünyaca ünlü bir çocuk doktoru olarak bulan Hacettepe Üniversitesinin kurucu Rektör’ü, Bilkent Üniversitesinin kurucusu ve sahibi olan İhsan Doğramacı’yla Ankara’da bir barda karşılaşıp sohbet edecek ve ondan yıllar önceki bu kapak için “Ne halt etmişiz” diyerek özür dileyecekti. Sonra da eşiyle birlikte İhsan Doğramacı’nın masasında derin bir sohbete tutuşulacaktı.
Üniversite öğrencilerine “Gazeteci” kimliğini anlatırken hep verdiğim bir örnek vardır: Gazeteciler, patronla genel yayın yönetmeninin, yazı işleri müdürünün, köşe yazarının, muhabirin, dizgicinin hatta matbaa işçisinin aynı tencereye kaşık salladığı bir mesleğin erbaplarıdır. Gazeteci kalemini kırar ama asla satmaz. Hiçbir kişi veya kuruluştan hediye mahiyetinde bir tükenmez kalem dahi alamaz. Şimdikiler cip bile alabiliyor. Gazetecinin yalısı mı olurmuş?
Gazeteciliği, kalemini tek yanlı oynatmayı marifet sayanların değil, eğriye eğri demesini bilip, doğruyu da alkışlayan kişilerin yapmasının en doğru yol olduğunu hatırlatalım. Eğer bir gazeteci her zaman doğruları yazarsa hiç kimse ona bir şey diyemez. Bir gazete, dergi, radyo, televizyon ve hatta haber sitesi, kuruluşunu bir siyasiye, kuruma, kuruluşa angaje etmeyip doğrudan yana tavır alırsa onu kimse kınayamaz. Eğer bir kez paçayı kaptırırsa, bir daha da sırtı yerden kalkmaz. Böyle olmaktansa kaleminizi kırın daha iyi… Çünkü sonrası var, sonrasında insanların içine çıkmak var. Bir şeyi hatırlatmadan geçmeyelim. Bu tipler, gemiyi en önce terk edecek olanlardır. Yazın bir kenara…
Ne demek istediğimi herkes çok iyi anlıyor.
Son olarak, 1915 yılında Irak’ın Erbil kasabasında doğup, 95 yıllık ömrüne bir sürü ilki sığdıran, YÖK Başkanlığı döneminde üniversiteleri boğan ama yine de unutulmayan İhsan Doğramacı’yı da rahmetle analım.
Muhabbetle efendim!