Bir Gün Gitsen Bile Hatıran Yeter

Bir Gün Gitsen Bile Hatıran Yeter

“Bir yanda yaşanan o güzel günler

Bir yanda anılar bir yanda dünler

Seni yaşatacak neler var neler

Bir gün gitsen bile hatıran yeter...

Bir gün gitsen bile hatıran yeter...”

 

Geçtiğimiz günlerde geniş bir kitleyi üzüntüye boğarak aramızdan ayrılan Ferdi Tayfur’un ardından birçok değerlendirme yapıldı, yapılmaya devam ediyor… Neredeyse her sokak başında şarkıları tekrar tekrar çalıyor.

60’lar ve 70’ler hatta 80’ler; köyden kente göçün hem bir sebebi hem de sonucu olarak insanların ekonomik ve sosyal olarak aidiyet, kimlik arayışlarının zirve yaptığı, eski alışkanlıkların yerini yeni alışkanlıklara bıraktığı bir dönüşüm süreciydi. Kente taşınan kitle, taşındıkları kentte hayata tutunmaya çalışırken artık geniş aile desteğinden yoksundu. Ödenemeyen kira ve bakkal borcuna karşı sosyal güvence artık akrabalar ya da arkadaşlar değildi. Başkalarına kefil olmak ya da ilişki kurmak zorunda kalmamanın bir bedeli olan akraba ve arkadaşların sağladığı sosyal güvence (borç) yerini kredi kartına bırakıyordu.  Yeni bedel ise yalnızlık ve yükünü kendi başına taşımaktı. Büyükşehirlere doğru yönelen umuda yolculuğun son durağı bireyselleşme, yalnızlaşma, geride bırakılan geleneğin değerlerine yabancılaşma oluyordu.

Kimlik ve aidiyet arayışlarının beslediği sağ-sol olaylarının ardından gelen askeri darbeler süreci insanları içe kapanmaya, yalnızlaşmaya akabinde büyük hayal kırıklığına yöneltti. İşte bu sıkıntılar yaşanırken Orhan Gencebay 1972 yılında “Bir Teselli Ver” şarkısıyla yoksulluğa, topraksızlığa, ekonomik eşitsizliğe, adaletsizliğe isyan ediyor, kimsesizliğine, aşkına, çaresizliğine bir çare, bir teselli arıyordu. Ardından Ferdi Tayfur 1974 yılında “Bana Gerçekleri Söyle” albümünden “Yüreğimde Yâre Var, Durmadan Kanar” dizeleriyle yürekten kanayan yarayı haykırıyordu. Arabesk şarkıların toplumda bu kadar geniş kabul görerek benimsenmesinde, oldukça geniş bir kitlenin bu şarkılarda kendini bulması başat rol oynuyordu.

Kimlik arayışlarına eşlik eden sosyal adaletsizlik, yoksulluk, şehirde tutunamama sorunlarını aşabilmek için siyasette, bürokraside, sivil toplum alanında, meslek odalarında, işçi-memur sendikalarında “kendilerinden olanlar” desteklenerek Ankara’ya gönderiliyordu. Gönderilenlerin kimi tutunup bir şeyler yapmaya çalışırken sitemin gadrine uğruna uğruyor kimi de dönüşüp başkalaşarak kendi sınıfına yabancılaşıyordu. Yabancılaşmanın da ötesinde mücadele etmesi gereken sistemin egemenlerine, burjuvaziye öykünüyor onlara benzemeye çalışıyordu. Onlar artık “bizden” değildi.

Bu grupların içerisinde en hazin olanı toplumun alt kesimlerini, çalışanları temsil eden sendikacıların dönüşüm öyküsüdür. Hayata bakış ve yaşam olarak egemen sınıflara öykünen sendikacıların yapmadıkları sendikacılığı kimlik boyutuna indirgemesi ise darbuka sesi duyulunca sona eren roman kavgalarını anımsatıyordu.

Ne zaman çalışan kesimin ekonomik, sosyal hakları, özlük hakları gündeme gelse kimlik siyasetine sığınarak beş yıldızlı otel salonlarında dava! Sloganları atan sendikacıların ucuz, basit tavırları çalışan kesimlere, onları sendikacılıktan soğutmanın ötesinde bir şey kazandırmıyordu.

Bu sendikacıların en büyük başarıları, kendi kitlelerini sendikacılık yapacaklarına inandırmış olmalarıydı.

Memurun sendikal serencamına göz atıldığında: Türkiye’nin en büyük memur sendikasının genel başkanı sıfatını taşımakta olan Ali Yalçın’ın Genel Başkan olduğu 2015 yılından bugüne kadar geçen süreçte memurun reel olarak hep kaybettiği görülmekte… Memur, yüzdelik zam olarak kaybetti. Yıldan yıla kaybetti, aydan aya kaybetti, “pazartesiden pazartesiye” kaybetti. Maaşı altın bazında eridi, döviz bazında eridi, emtia bazında eridi, enflasyon karşısında eridi. Eridikçe eridi…

Memur sürekli kaybederken Ali Yalçın, bütün çağrılara rağmen ısrarla devlet sırrı gibi açıklamaktan imtina ettiği maaşıyla paraf paraf büyüdü. Parafladığı ve paraflamadığı her Toplu Sözleşme sonrasındaki yıllarda Ali Yalçın ekonomik olarak büyümeye devam etti. Aksini iddia ediyorsa mal varlığını açıklar, biz de özür diler, helallik isteriz.

Rahmetli Ferdi Tayfur’un vefatı bir dönemi “Hatıran Yeter” şarkısının dizeleriyle kapatırken beraberinde çocukluk, ergenlik ve gençlik dönemimizin acılarının, sancılarının, yalnızlığının, satılmışlığının, yalnız bırakılmışlığının, ihanetinin, sırtımızdaki paslı bıçakların travmalarını da götürdü. Bizleri; hayatın sertliği, hoyratlığı karşısında dostlukların yerini stratejik, taktik ve konjonktürel eylemlerin aldığı bir sürece bırakarak gitti.

Toplu sözleşme süreçleri, kongreler, pazartesiler, aylar, yıllar geçecektir. Bize: üç buçukluk sözleşmelerin imzasıyla, mürekkebi dolmayan kalemler, meydanlara fırlatılan boş cüzdanlar, oturulup kalkılan Toplu Sözleşme Masası şovları, vaadler, nutuklar, öznesini anmaktan korkan hamaset dolu hesap sormalar, “Sor ama niçin imzaladık?” replikleri, muhatabının ismini anmaktan aciz -meli, -malı gereklilik kipleriyle kurulan gereksiz cümleler ve yoksulluk sınırının altında kalan maaşlarımızın hatırası kalacaktır.

“Bilinmez neleri getirir zaman

Bilinmez neleri götürür zaman

Aşka bir hatıradır maziden kalan

Bir gün gitsen bile hatıran yeter

Hatıran yeter hatıran yeter”

Kalın sağlıcakla.

Murat Kenan ERDEM